24 Aralık 2010 Cuma

13.kk-SEn hiç roman kahramanı ile tanışan bir yazar gördün mü?

ne anlatayım ki Niyazi Abi?

gözlerime baksana,
yorgunlar değil mi?

Halbuki sigarayı bırakalı aylar oldu,
içkiyi bile tek tük içiyorum.
Bağımlılıklarımdan kurtuldum, damarlarımda uyuşturucu şeyler akmıyor artık
Gülümsemem bile gevşek ,
yanaklarımdaki o çizgiler de yok oldu.
Gergin, kızgın durmuyorum hayata karşı.

Ama bir bilsen damarlarımda neler akıyor
nasıl özlem doldum zaman geçtikçe o kıza karşı
SAhi,
sana turuncu kızı anlattım mı Niyazi Abi?

Anlatmadım mı.
Anlatmam tabi doğru ya,
sevdim mi anlatmam ki ben.
Yumuşak ruhlara dokunmaya kıyamadığım gibi
kaçtığım gibi
yalan söylediğim gibi

Hem Niyazi Abi
tanıdım aslında ben onu gizli gizli.
gidip gelirken işine
izledim hep.
onu kendisinden fazla gördü gözlerim.
ama
onun Gözleri görmedi beni hiç


Yo, hayır uzaktan sevmiyorum
Aşık da değilim
O benim roman kahramanım
SEn hiç roman kahramanı ile tanışan bir yazar gördün mü?
ben tanıştım işte abi!
Nasıl bir duygu bu anlayamazsın
Ruhunun sevdiğinin karşısında soyunması gibi,
yüzyıllardır beklediği sevgilinle öpüşmek gibi,
mürekkebi bitmiş yazarın yeni şişesi gbi.

Ben şanslıyım abi
yarattığım karakterimle tanıştım
konuştum
sevdim onu
saçının rengini, gözlerinin anlamını, ruhunun kıvrımlarını..

Abi,
sen de tanırsan seversin onu
harbi kızdır!

ve ne yalan söyleyeyim,
bu esrayı görünce
aklıma turuncu saçlı kız geldi.
sahilde,tek başına,güçlü, umutsuz ama mutlu


neyse abi
boşver

hadi gel
ben bu kızla konuşmak istiyorum

12.kapı-anahtar

Güzel bir geceydi. Karanlık ve hayalimdeki yıldızlar, tam olması gerektiği yerdeydiler. İşten eve dönmek istemedim, belki dedim arabada uyurum. Çektim her zaman gittiğim sahil kenarına, çıktım sarıkızdan.

İlerde boğaz kenarında bir kız vardı, ellerini cebine sokmuş, gözleri dalmış. Onu rahatsız etmeyecek kadar yaklaştım ben de boğaza. Şarkı söylüyordu. Tutamadım kendimi, izlemeye başladım. Halbuki bilirim, insan buraya geldiyse yalnız kalmak istiyordur. Rahatsız etmeden, çaktırmadan bakmaya çalıştım, ama sanırım beceremedim...

"...ben artık şarkı dinlemek değil, şarkı söylemek istiyorum...." diye mırıldanırken beni görünce durdu, baktı. Utangaçça gülümsedi, gözlerini kırpıştırdı, başını çevirdi.

Ne oldu, dedim, devam etsenize?
Omzunu silkti, uzaklaştı, gitti çay bahçesinde bir masaya oturdu.

Adı Esra, diye fısıldadı, simitçi amca yanıma otururken.

Vay, dedim, simitçiler bu saatte de mi çalışıyor!
Yok be, dedi, bu saatte iş mi olur! Mesaim bitti çoktan...Elindeki şişeyi gösterdi.

Keyfini de iyi biliyorsun abicim, ben hazırlıksız geldim.
Biliriz tabi ya... İstersen yeter ikimize de, dedi şişeyi uzatırken.

İçtim. O da hemen başladı anlatmaya, sormaya fırsat vermeden.

Bu kız, dedi, her gün gelir buraya, her gece de... Daha yaşı ne ki? Ne işi var burada bizim gibi moruklarla.. Geliyor işte. Babası yeni öldü, yeni sayılır, geçen sene. Onun maaşını alıyormuş, paran var mı diye sordukça var diyor hep... Anlatmaz adam gibi, hep ister ki biz anlatalım o dinlesin. diyorum ki kızım sen n'apıcaksın bu morukların hikayesini? Belki film yaparım Niyazi Abi, diyor hemen, kahkahayı da basıyor. Öyle dolanır buralarda, sokaklarda... başına bi şey gelmedi şimdiye kadar, gözümüz üstünde de ondan. Bir babası öldü ya, hepimiz babası gibiyiz artık. Öyle de güzel ki... Arkasından kötü bakan bi delikanlı gördük mü hemen biz de ona kötü bakarız, tırsar gider puşt.

Okula gitmiyor mu?

Yok, üniversiteye başlamış, babası ölünce bırakmış. Neden, diye sordum ben de bi gün. Söylemedi bi şey, geçiştirdi... Bana kalırsa, önemsemiyor artık yaşamayı. Genç yaşında çok ölüm gördüğünden midir nedir... gülüp geçiyor gibi görünüyor her şeye. Bazen insanın sinirini bozuyor bu hali. Kimbilir neler saklı içinde, bi anlatsa, bi gösterse kendini... Korkuyorum, bi gün bakıp durduğu şu suların altında kayboluverecek diye. Yapar çünkü, nerde olduğu belli değil. Sıkamayız da biz, kimiz ki? Hep başka yerde, gitme desek güler, gider. Korkuyorum çok...

(gözleri yaşardı. Kendi kızı olması şart mı insanın.. nasıl da sahiplenmiş...)

Sizi sevdiğinden yapmaz belki öyle şey...?

Bilmem ki sever mi bizi gerçekten? Kalbi yok gibi oğlum... Ağladığını bi kere gördüm, o da geçen sen simit almaya gelince. Sen gidince azıcık coştum ben aklıma başka başka şeyler geldi, azıcık ağladım karşısında, anlattım yine, o dinledi. bi baktım gözleri dolmuş. Evine gitti, bi şey demeden. Ertesi gün de gelmedi. Korktuk tabi biz. Gelmek zorunda mı, değil ya, insan korkuyor... Evine gittim ne yalan söyleyim. Aklıma başka başka şeyler geliyor, yalnız yaşayan insanın başına her şey gelir. Açtı kapıyı, şaşırdı, Niyazi Abi hayırdır? dedi. Gözleri çökmüş, pijamalı, üstü başı dağınık...

İçeri davet etti de girmedim, ne bileyim, çekindim, belki sırf kibarlık olsun diye çağırmıştır, evi müsait değildir diye. Sen gel dedim bi simit ısmarlayayım. Tamam dedi, azıcık gülümsedi.

Geldi sonra hiçbi şey olmamış gibi devam ettik, hiç anlatmadı.

Korkuyorum be oğlum, sen yan gözle bakmadın, anladım ben, ondan anlatıyorum işte, benim derdim de O, içerken insan neşesinden mi bahseder, derdimi anlattım işte.... Eee.. sen anlat bakalım?





19 Aralık 2010 Pazar

12.kk-Tokat

çok geçmedi O'nu hatırlamam.
Değişmişti, güzelleşmişti, yıllanmıştı, sertleşmişti, üzerindeki o kararsızlıkları atmış, hafiflemişti.Ne yapacağını bilir gibi bakıyordu gözleri, korkusuzca sertleşmişti dudakları. Kenarlarına küçük anlamlı çizikler yerleşmişti, ,üzerinde ağır elbiseler. SAnki garip bir ruh içinde kendini saklamış, yüzyıllar sonra ortaya çıkarmıştı bedeniyle.

Gözlerimiz birbirine dokundu.
Garip dedim içimden, fransızca dışında, ilk kez o zaman konuşacaktım onunla. VE belki, şimdi o küfürleri etse anlayacaktım.

Şaşırdı
Tuttum elinden, gel içeri dedim.
Sen ne zaman öğrendin Türkçe'yi dedi.
Gülümsedim
Gülümsedi
Kahve yapayım mı sana
yap, ama acele etmem lazım, işim var.
Ah, evet. Ciddi işler sanırım
Sayılır.Sahi hiç şaşırmadım: Pınar ve sen.. BAkıyorum da ressamlığa devam.

Odayı ve odadaki dağınıklığı göstererek:
Ah evet, sayılır
dedim.

Kahveyi hazırlamak için uğraşırken, yanıma yaklaştı
Fernando dedi
Ona doğru döndüm

Ve döner dönmez suratımda okkalı bir tokat!

Sert ve acıtıcı..

Gözlerinde hiç bir duygu değişikliği yok, sanki şeker koymana gerek yok diyecek gibi sakin ve olağan bu tokat onun için.
Yüzüne baktım uzun uzun
ÖZür dilerim dedim
Dileme dedi. Kahve istemiyorum, hadi çıkalım
Dur.Bir şey anlatacağım sana
Ne anlatacaksın?

Pınar'ı

11.kapı-anahtar

(Anlat, dedi bana.
Anlat ne istersen.)

Herkesin bir kahramanı vardır. Sen benim kahramanımsın. Sen bu mahallede değil, 20 sene önce bi kenar mahallede doğdun. Sen rengarenk bi çocuktun, mahallen gibi. Alın teri, insan teri, çocuk sesi, deterjan kokusu, düğün ışıkları, göbek atmalar.... Sen onların içinde figürandın. Camdan cama çamaşır asılırdı, herkes birbirini tanırdı. Mahallenizde bir deli vardı, ben buranın kitabını yazacam! derdi de kimse inanmazdı. Bi berber vardı, gramafonundan çıkan müzikle koltuktaki müşterisini mutlaka uyuturdu. Bi kahvehane vardı, genç kızlar geçerken kimse yan gözle bakmazdı. Kimin kime yandığını çocuklar mutlaka bilirdi, mektup taşımaktan...Aşklar söylenirdi, aşık oldu mu kimse çekinmezdi, gurur duyardı sevdasıyla!

(Sürekli gülümsüyor, gözleri kapalı, eli elimde)

Bir yabancı geldi mi, herkes başlardı fısıldaşmaya, kim bu diye.

Bir yabancı geldi bir gün, annenin aklını çeldi. bıraktınız gittiniz tüm renkleri, gri bir apartmana. O gri apartman sayesinde/yüzünden sen üniversiteye gittin, sen kızıla çalmaya başladın, sen isyan ettin...

Gri sendeki tüm renkleri yok etmeye çalıştı. direndin ve belli ki başardın. turuncunu korudun.

Sen benim kahramanımdın Pınar, ama benim yazacaklarım bitti gibi artık. Başka bir Pınar'a evriliyorsun ve o benim kahramanım değil artık. Yeni yazarların olsa gerek, okuyacağım hakkında yazılanları, çocuğum gibi, ne halde olduğunu merak edeceğim.

(Elini öpüyorum, gözlerini açıyor, tamam, diyor gözleriyle. Çıkıyorum)

Konuşmaya neden ihtiyaç duyar insan? Gözlere ve ellere sahipken...

18 Aralık 2010 Cumartesi

11.kk-Yangın

ben bu kadına aşık oldum
ve işte sırf bundan dolayı ondan kaçtı ruhum.

şaşırmamalı aslında
sanatçılar böyledir, haklıydı.
hep.
ilhamlar için insanları kullanan sıçtığımın ruhuna sahibim ben de
hayat pezevenginin orospu ruhlu duluyum
kim ne verirse, hatta daha çok verirse;
canım ne isterse, istetirse.

kadınları severim, sevişirim, her zerresine dokunurum şefkatle ve sonra canım istediği diye, anlıyor musunuz sırf canım istediği diye çeker giderim
hiç bir gerekçeye gerek yoktur
öylece gitme hakkını kendimde görürüm
ama haksızlık etmeyin bana
ben kartları hep açık oynarım
fırça ile tuvali tatmin ederken, ruhum ile ruhunu tatmin ederim kadınların
ve onlar
en başından beri bilirler gelip gideceğimi.

bir gel git malzemesi kılındıklarını da bilirler elbet.
severler ama beni
çılgın gibi hem de.
bir sanatçının gözünde yaşamayı
bir sanatçı ile sevişmeyi
fırça ile orgazm olmayı
ruh ile öpüşmeyi
şarap ile soyunmayı
sırtıma tırnaklarını geçire geçire kendinden geçmeyi de severler

alış-veriş azizim.
alan var veren var. Adalet!

Ticaret basittir:
Mesela ben özgürümdür
ve onlara da özgürlüklerini veririm.
Kendimi tutsaklaştırsam bile bu katran yaşama,
bir izmarit yakar üzerine tükürürüm kelepçelerimin

dedim ya,
O da,
evime getirdiğim o kadın da biliyordu beni.
ta ilk baştan anlamıştı gözlerimi
gözlerimden ruhumu
hatta en çabuk anlayanı olmuştu tanıdıklarımdan!

O gece,
sıcak battaniyenin altında uyanıp çıplaklığından utanmadan küfürvari bir şeyleri havaya soluduğunda anlamıştım içindeki o vahşiliği

O, hiç anlamadığım dilde kendi kendine küfürler ederken,
ben aşık oldum o'na

Yo, sanatçının aşık olması gibi değil,
bir insanın
hatta bir hayvanın aşık olması gibi
doğal
olağan
sıradan.

o anda
küfürvari hıçkırırken
aslında ne dediğini hiç sormadım O'na.

ama ben o kelimeleri haykıran, acı sümküren kadına baktım
baktım.
Baktım.

şarap istedi benden
ölümü arzular gibi ..
titremeden sesi..
yayık harflerle ıslatıyordu fransızcayı
fransız değildi
asla değil!
ya da en az ben kadar fransız O da.

nereli tahmin edemiyorum,
belki diyorum benim gibi biraz oradan biraz buradan almış
biraz ötede biraz beride yaşamış

Sinirleniyorum o anda.
Her şey berraklaşıyor zihnimde
gidip ilaç alıyorum dolaptan,
sıçtğımın salağı komaya girecek!
titriyor deli gibi
İlacı veriyorum,
bir tane daha
en etkilisinden
ağzına ne versem alacak, o kadar yumuşak bedeni
o kadar salmış kendini!
.
rahatlıyor
gevşiyor
zamanı bir pastil gibi odamda eritiyor

anlatmaya başlıyor
her sarhoş gibi
tüm bilinç altını en müstehcen, en rahat, en uç kelimelerle sıralıyor bana
sadece bedeni değil, ruhu çırılçıplak karşımda!Bir sanatçının en sevdiği şeyi yapıyor. Soyunuyor ruhuyla.

Ayağa kalkıyor, hiçkırıyor, elleriyle kollarıyla çırpınıyor adeta anlatırken

bir erkek mi!!
yani
tüm bunların sebebi bu mu?
Siz kadınlar,
sizi algılamak bile başlı başına bir başarı
bu ruhları titretecek kadar asil duran kadını
hıçkırarak titreten çulsuz, sapsız, gerizekalı bir erkek ha!
Acıyorum ona
acınası acılar bunlar
çaresizlikler
mazoşizm!
eline jilet versen zaman adında, doğrar kendini acısıyla bu tip kadınlar!

Kıvrımlı hatlarıyla karşımda huzursuzluktan danslar yaparken üşüyor,
yerde kıyafetlerini görüyor, üzerine geçiriveriyor hırkasını

Şaşırıyorum
bana hiç bir şey sormuyor
ama bir fahişe gibi de kokmuyor!
Neden her şeyi bu kadar olağan karşıladığını anlayamıyor, sadece alkole veriyorum bu rahatlığı

derken,
aradan saatler geçmiş, dudakları konuşmaktan uyuşmuşken öpüyorum onu
o anda
sırf istedi canım diye.

dudaklarıma ekşi şarap tadı geliyor
kekremsi
ağlayarak öpüyor beni, dudakları nemleniyor zevkten
üzerini çıkarıyor bilinçsizce ve ben içine giriyorum bilinçle.
İnlemiyor, konuşmuyor neredeyse nefes bile almıyor.

SAdece yapışıyor,
ruhuma hiç ayrılmamak üzere
Bir parçam olmak için benimle bütünleşek garip bir ben gibi!

Kendimle mastürbasyon yapmak gibi onla sevişmek
Güçlü ve buruk

Ki ben,
bu kadınla
sadece iki kez sevişiyorum koca iki ayda
ilki ilk karşılaştığımızda beni parçalayarak, inleterek dağıtıp, kendini içime soktuğu o günde.

Diğeri
yani sonuncusu ise,
yangının çıktığı gece.
YA da yangını çıkardığım gece.
Onla sevişmemizin ertesinde, taşıyamayacağımı anlayınca bu sevgiyi bedenimde,
sırf gitsin düşüncesiyle.

ve canım öyle istedi diye!

benden uzaklara, benden nefret ederek, beni taşımadan, bana alışmadan, beni anlamadan gitsin diye

yaktım evimi
Kendimi
Ellerimi ruhumu bedenimi
sonra
Yanına yattım usulca,
bedeni ılıktı
Aşıktım ben bu kadına
anlıyor musunuz
hücrelerimi çalmıştı benden
beni bana borçlu kılmıştı!
farkında bile değildi
ve ben, sırf aşık olduğum için istemiyordum onu hayatımda

beni mahvederdi aşk!
ben aşkı yöneten, aşka aşık olan, aşkla oynayan
aşkı yaşatan, aşkı resmeden,
aşkın tüm renklerini hazda, anda, mekansızlıkta, zamansızlıkta, pervasızlıkta gören adam istemedim o kadını!
AŞık olduğum kadını
tek kadını!

Omuzundan
sağ omuzundan öptüm onu
.
duman odaya dolmaya başladı ve
O,huzursuzca kıpırdanmaya başlayınca kalktım yataktan
koştum
resimlerimi toparlamaya başladım,
çocuklarım gibi titrer göründüm onların üzerine


ARadan bir kaç dakika geçmedi ki,
yanıma geldi
BAkışları buz gibiydi,
alevler arkasını kaplamıştı
donuk bakıyordu
anlatılmaz bir donukluk
RENGİ olmayan bir donukluk!

en kaliteli ottan çekmiş gibi
Duygusuz ve zevksiz


O anda,
burnuma değecak kadar yaklaştı tenime
Elini yanağıma koydu
Buz gibiydi elleri!
üşüdüm.

Yangından ötürü ben bile heycanlanmışken,
o hiç bir şey demeden ve hissetmeden gözlerime baktı
baktı
baktı..

Ruhuma geçirdi sessizlik bıçağını ve neredeyse fısıldadı yarama kan niyetine:

Beni niye uyandırmıyorsun manyak herif?

O kadar sakindi ki.
O kadar..

İçindeki yıkımları duyuyordum,
ve o neredeyse delirmiş bir halde bana bakıyordu
Sonra dudakklarını büzerek,
iğrenç bir şey görmüş gibi
bana baktı
baktı
baktı

Ve yürüdü o büzülmüş dudağı ile,
evden kaçtı.

10.kapı-anahtar

Hatırlamak istemiyorum o günleri aslında. Yine de o zamanı anlatmazsam anlamam, biliyorum.

Zuhalolcaylar, ahmetkayalar, düşsokakları, ezgigünlükleri arasında, en yok edici müziklerde kayboluyordum Parisin kendini beğenmiş sokaklarında. Para bulduğum an şarap alıyordum. Hiçbi şey yemeden.

Yalnızdım, yeni aldatılmıştım, çok sevmiştim, özür bile dilememişti, umrunda değildim. saftım. İlk kez sevmiştim. Bi daha sevmemeye yemin etmedim. En yakın zamanda öleceğimi düşünüyordum. İçerek hızlandırıyordum ölümü. En sarhoş halimde en işlek caddelerden geçmeye kalkıyordum.

En kolay yok olma yolu buydu o zaman o kafayla aklımın erdiği. (Hiçbir zaman doğru şeye ermedi aklım zaten.)

Gözümü açarken "ölsem de bir kalsam da bir" yankılanıyordu kafamda:

Tanımadığım bir yerdeyim (yine). Günlerden ne, kaç yaşımdayım, yeni mi doğmuşum, adım ne, hangi ülkedeyim, nece konuşurum....Ben kimim? Hepsi şarkıyla birlikte kafamda dönüyor.

Bulanık görüntüler.
Bir adam bir tuvalin önünde bana bakıyor. Kim bilir ne görüyor (beni görmediği kesin). Gözleri korkunç, anlaşılmaz, dudağında garip bir gülümseme. Saçları dağılmış, üstü başı boya...

"Sen kimsin" demeye mecalim yok.
Kendime bakıyorum. Bi battaniye üstümde, altında çıplağım..
Küfrediyorum (içimden). Yine ne geldi başıma kim bilir...

Başım ağrıyor. İçmem lazım.

Su getiriyor manyak herif. Şarap yok mu, diyebiliyorum, anlamamış gibi bakıyor yüzüme. Fransızca bi şeyler söylüyor, o zaman hatırlıyorum nerde olduğumu...

Şarap istiyorum en sarhoş Fransızcamla. Gülümsüyor.. Sarhoş kadın görmekten ilham alan sıçtığımın sanatçı ruhu! (O an tiksindim O'ndan, ama uzunca bi süre beni görmeyişine aldırmıyormuş gibi yaşadım, zaman öyle gerektiriyordu)

Ağrı kesici olduğunu tahmin ettiğim bi ilaç getiriyor. Sorgulamadan içiyorum. Kimseye güvenmiyorum artık, ama yaşamımı da umursamıyorum, hiçbişey önemli değil. Dipteyim, sondayım (feridun da giriyor Parise)...

Yanıma oturuyor.
Yavaş seslerle anlatıyor beni nasıl bulduğunu. neden bu halde olduğumu... güvenmemi istiyor belli ki. Kıçımın kenarı.. neyine güveneceksem, macera arayan hippi işte...

Zerre kadar saygı duymuyorum ona o an. İsmini söylüyor, anında unutuyorum. Ama bana "anlat" diyor.

Başımın ağrısının izin verdiği miktarda anlatıyorum, hiç nazlanmadan.. uzun zamandır bu anı bekliyormuşum gibi.

Yüzüne bakmadan.

Moda tasarımı öğrencisi olarak Paris'e geldiğimi, tasarımcı bi piçe aşık olduğumu, sonra bi daha Türkiye'ye dönmediğimi, hiç özlemediğimi, yepyeni bi hayata burda başlamaya karar verdiğimi... O eski güçlü, ayakları üstünde dimdik durmayı kendine amaç edinmiş Esin'in nasıl yok olduğunu, tüm hayallerimde O piçin yer aldığını....O'nun da benim için aynı şeyleri düşündüğünü sandığımı...

Aşkın hayatın tüm amaçların modanın paranın hayallerin boktan oluşunu, tek gerçeğin ölüm olduğunu.... anlattım. Bana göre saatlerce anlattım. Hiç esnemedi. Kim bilir neler düşünerek kimi dinledi, beni dinlemediği o kadar belliydi ki! (Sonrasında geçen aylarda da hiç beni dinlemedi, hep başka dünyalar...)

Sonunda konuşmaktan yoruluyorum. Kafamı koyuyorum yastığa, uyuyorum battaniyeyi üstüme çekip.

Günlerce bana bakıyor. Sıcak çaylar, kahveler getiriyor.

Zamanla yanında mutlu oluyorum.
Zamanla yanında sarhoş oluyorum.
Zamanla yanında kendimi daha çok kaybediyorum.
O resimlerimi yapıyor, dediğine göre kendini daha çok buluyor.
Bakıyorum tuvaldeki bana, ben değilim o.

yine de onunla kalıyorum. Arada bir dışarı çıkıp para bulup geliyor, ot bulup geliyor, alkol bulup geliyor....Sürekli uyuşuğum bir oda içinde. dışarı çıkınca huzursuz oluyorum.

Ve o yangını çıkartıyor.
Aklımı başımdan alıyor. (belki de aklım başıma geliyor demek daha doğru olur)

bırakıp kaçıyorum.
Ve bu gün yaşıyorum o yangın sayesinde.

Hayatta hiçbir erkek güldürmedi beni.
Kaçtım tüm üzenlerden, ama şimdi tekrar karşımda! Neden?



10.kk-Anlat bana .Ne istersen..

Gözlerimi araldığımda bakışlarıma takılan,
takılıp yuvarlanan,
yuvarlanıp tam da parmak uçlarıma düşen o adamı gördüm.

HAni bilmem kaç gün önce arabasına bindiğim,
binip de ilkbahar kokusunu hissettiğim
hissettiğimi içinde bulunduğu boşlukta titrediğim adamı.

Bakışları hemen hemen hiç değişmemişti.
Yakıcı ama huzur verici,
meraklı ama vurdumduymaz..

Odada 3 kişiyiz.Ve
Annem odada huzursuzca dolanıyor adama bakarak..
Neden?

Az çok biliyordum durumumu, sağlığım yerimde. Yüzümdeki dikiş izleri dışında, her şey hemen hemen normal. Hatta içimdekilerin fazlasını almış gibiydim, ruhumda garip bir hissiyat var. sanki ayaklarımın doğal yayları varmış gibi hissediyordum, yürümeye çalışsam uçacağım. Ya da gülmeye çalışsam kahkahalarıma dolanıp boğulacağım.

Sanki fazlalıklarımdan kurtulmuştum
SAnki yüzlerce şeyi silmiş, arınmışım;
ufacık kız çocuğu halime dönmüştüm, at kuyruklu, çilli, turuncu kafa!

O anda hatırladım hatırlayamadığımı..
Kesik kesik, dilimlenmişti hafızam
ve bana en gerçek gelen karşımdaki bu adam,
sanki o boşlukların anlamını biliyordu.
Hatırlayamıyordum yap bozun parçalarını,
yerler karışmıştı.
işte tam o an korktum, şaşırdım..

Bir an tereddüte düştü bakışlarım.

O anımı yakaladı,tuttu o adam.
O olgunlaşmamış yeşil iğde rengindeki gözleri, ince parmakları..
acı kokusuyla dudaklanmış adam. Düşmedi geçmişim.Yaklaştı yanıma.

Bir gün taksme binmiştiniz, sonra sizin evin oralardaydım, kazanızı gördüm. O an koşamadım, dondum kaldım...

dedi

Gülümsedim. Annem hissetti benim içimdekileri
Ardından Odadan çıktı ayaklarını sürükleye sürükleye.

Yanıma yaklaştı adam. Sanki ağır bir yükü taşıyormuş gibi baktı bana.
Damarlarıma sıcaklık yaydı,
gözlerime gurur.
Hatırlarım bu adamı.Sanki tek onu hatırlıyormuş gibi.
Elimi uzattım eline doğru,
sıcacıktı.
Yanıma oturdu.
Anlat dedim

Anlat bana..
Ne istersen:

9.kapı- anahtar

Kaçıyorum herkesten. Oldum olası yaparım bunu tabi , ama son günlerde daha farklı durum. O turuncu kızı gördüğümden beri, o benim kahramanım olduğundan beri, içimde bi güneş var, sıcak, yakıyor. Kış günü sobaya dokunmak gibi. Acı veriyor, ama elimi çekmiyorum.

Herkesten kaçtıkça kendime yaklaşıyorum.

Yalnızlık Allah'a mahsus derler ya, hadi ordan diyorum, öyle olsaydı bizi yaratmazdı, eğlenceliklerini...

Neden var olduğumu düşünmekle geçti ömrüm, ama turuncudan sonra bu zamana kadar aslında hiç düşünmediğimi fark ettim. Başkalarının neden var olduğunu anlamaya paralel gidiyor kendini anlamak. turuncunun bakışlarını izledikçe kendimi izlediğimi gördüm.

Bir köpek mesela... Durup bir an dik dik bakar hani suratına. Korkutmaz da, bir şey de istemez... Neden yapar bunu? Aklından ne geçer? Anlamadan biterse ömrün, ne anlamı vardır hayatına bir şekilde girmiş olmasının? Figüranlarla mı dolu hayatın? Başrolde sadece sen mi varsın?

Buna kafa yormanın "delilik" olduğunu söyleyenler var. Çok var onlardan. Her yanda onlar var.

Sırtımı döndüm onlara. Anlamaya çalışmaya değmezler gibi. Gözlerinde anlam yok, sanal yaşıyorlar. Reklamlardaki yaşamları satın almak için çalışıyorlar. Aynada kendi gözlerine bakmıyorlar. Aslında yoklar. Bilim kurgu filmlerdeki klonlar gibiler, köle olarak kullanılmak için insanlar tarafından "yapılmış", yapanların izin verdiği ölçüde hayatları var...

Ben böyle konuştukça deli diyorlar.
Hiç tanımadığım bir turuncuyu hastanede ziyarete gittiğim için de "sapık" dediler, "aşık" dediler...
O öyle demezdi, biliyordum. Beni görünce şaşırmazdı bile. O oyuncu değildi, kendi senaryosunu yazıyordu.

Annesi şaşırdı sadece. Korkuyla baktı yüzüme, kendimi tanıtırken. "Bir gün taksme binmiştiniz, sonra sizin evin oralardaydım, kazanızı gördüm. O an koşamadım, dondum kaldım...." Sapık sandı beni kadın, ama O hiç garipsemedi. Annesinden rahatsız oldu, dışarı çıkmasını istedi. Konuştuk saatlerce. Yüzündeki yara izinin yakıştığını söyleyen ilk kişi benmişim. Neden kahramanım olduğunu sormadı. Biliyormuş gibiydi. Hiç şaşırtmadık birbirimizi.

Bazı şeyleri konuşmaya gerek yoktur. İçini dinlemeyi bilirsen, dışını da daha iyi anlarsın.

14 Aralık 2010 Salı

9.kk-Tuvaldeki çıplak kadın

Bundan kaç sene önceydi
5?
10?
Paris'te yaşıyordum o zamanlar.
PARiste bir italyan. Kolay değildi.
HEm de hiç kolay değildi.

ÜStelik sanatçılar arasında tanınırdım.Ona rağmen kolay değildi diyorum
.
O zamanlarda 30ların başlarındayım daha. Nereye gitsem anlaşılıyordu italyanlığım. RAhatım, gülüyorum, güven doluyum. üstelik içim de dolu değildir çok, ona rağmen cakam fazladır. Fransızcayı da su gibi bildiğimden her türlü muhabbete çemen olabilirim. Olabilirdim. O zamanlarda paris bu kadar moda akımının yapış yapışlığında değildi. Muhabbetler belli bir seviye üzerinde olurdu.
Sanat akardı sokaklardan; insanlar edebiyattan, heykelden, resimden konuşurdu. Ya da ben o tip insanların yanında yaşardım. Bilemiyorum. Güzeldi.

Saint Michel'de St.Germain bulvarının ortalarında bir yerde ufacık bir stüdyo dairem vardı. Şanşlıydım, çünkü şehrin kalbında yaşıyordum. Şansızdım çünkü çulsuzun tekiydim. REsimlerimden ne satar da kazanırsam; ertesi gün alkole, kadınlara, ota boka harcıyordum o parayı. E dolayısıyla geceleri yün battaniyeye sıkı sıkı sarılıp yatmak zorunda kalıyordum. Elektrik faturalarıyla didiniyor, mum ışığında resimler yapıyordum. Ama yağlı boyalarım en iyisindendi, kahvenin en hasını, otun en güzelini içiyordum.

Ama
Yürümek bedava, hava bedava, su bedava.

Hatta o zamanlar bir kaç kadınla beraber olmuştum sosyeteden. Klasik sergi çıkışlarında tanıdıklarım. PAra kazanmıştım iyi mi o sevişmelerden. Fahişeliği de bilirim yani. Sonra gidip o parayla eski deri bir koltuk, bir kahve makinesi, bir yağlı boya seti, bir abajur (yeşil püskülleri vardı), bir televizyon almış, iki-üç ay yetecek kadar da ot zulalamıştım.Ertesi gününde daha. Yani bu sevişmelerden epey kazanmışım düşününce şimdi. Demek ki iyi para ediyorum. İnsan sevdiği işi yapmalı azizim diyesim geldi bak!

O günü anlatayım en iyisi
HAni İlk tanıştığımız günü
Dünyamın parçalandığı, yarıldığı ama uyuşarak umursamazlık uçurumuna atıldığı günü.
O kadını.

O gün,
Siene nehrinin etrafında yürüyerek güneşi batırdıktan sonra, eve gitmek St. Mitchel'e giden köprünün üzerinden gidiyordum .
Yorulmuştum.
Sabah kahvaltıda yıllardır ahbabım olan Brezilyalı Toleo ile saatlerce tarihten, siyasetten konuşmuştuk. Sonra kafamı dağıtmak için-resme çok odaklanmıştım o günlerde çünkü ve tıkanıp kalmıştım bir kaç detayda-dolaşıyordum.

Eylül'ün sonları. Yapraklar küsmüş lanet güneşe, hepsi birden toplu intihardalar. Nehir desen, geldim geleli boz. Bok rengi lanet bir şey! Neyseki sonbaharda biraz turuncu yapraklar, küsmüş ağaçlarla bir uyum sağlıyor da idare ediyor görüntü. Her geçen gün, daha da garipleşiyor, çirkinleşiyor renkler burada.Bir ressam için felakat anlar yaşanabiliyor bazen.

Geleli kaç yıl oldu Paris'e.
2 ya da 3? Neyse gelme sebeplerini filan sonra anlatırız. Şimdi o güne dönelim:

Köprüden geçerken, köprünün ortasına topuklu ayakkabılarını çıkarmış, yere oturmuş, eteğinin kenarından gözüken yırtmacının curetine inat olduğu yerde rahatça yayılmış, gözlerini yummuş, yağmuru dinleyen o kadını gördüm. Ne yalan söyleyeyim, önce öldü filan sandım. Hareketsiz duruyor öylece. PEk bir bırakmış kendini. Tamam saat o kadar geç değil ama bir şekilde orada öyle durmak da akıl karı değil. Deli gibi.Yoksa deli mi? Hiç böyle deli de görmemiştim doğrusu. Gayet şık, yeni bir görüşmeden çıkan iş kadınları gibi.

Dayanamadım- asla dayanamam- yanına gittim. Gözlerine bakmaya çalıştım,kapalı. Sımsıkı. Ama alkol kokusu-şarap- kendini hissettiriyor. HEm de nasıl! Buram buram.

Az çok anlarım halden, komada filan değil. Bildiğin sızmış da ne garip; köprünün ortasında, böyle işlek sayılabilecek bir cadde girişinde, kibarca oturmuş bir vaziyette sızan bir kadın.ŞAka gibi. NE yapacağımı bilemedim o anda. Ya da biliyordum..

Neyse ki el çantamda önemli bir şey yoktu,bir kaç şeyi alıp kalanını olduğu gibi attım nehre hemen. Ellerim boşalmıştı,kucağıma aldım kadını. Evime kadar taşıdım. Sokaktakilerin garip bakışlarına aldırmadan.


Yakınlaştım sanki her adımda.
Öyle ki yolda bir kaç kez öptüm yüzünden, gözünden. TEcavüz gibi bir şeydi belki bu ama umursamadım. GErekirse ederdim de, bu kadında garip bir şey vardı.

Sanki her şey onunla baştan tanımlanacaktı. TEcavüzden tut alkole kadar.

Eve geldiğimizde, koltuğuma yerleştirdim onu.Hem yatağım hem kanepem olan yere. Değişik bir şey denemeye karar verdim o anda.

Kadını soydum kibarca. Arada bir kaç kez mırın kırın sesler çıkardı. Ama anladığım bir dilden değildi. Ya da bana öyle geldi.
BAttaniyeyi alıp, üzerine örttüm, yastığını ayarladım rahat etmesi için
Çırılçıplaktı artık. Ama üzeri örtülü.

Karşısına geçtim.
Tuvalimi koydum hemen
Başladım fırçanın kendini tatmin etmesine tanık olmaya.
Tuval hızla doluyordu ve ben merak ediyordum:

Kimdi bu kadın? Ve ne diyecekti bana?

8.kapı-anahtar

Sabahın dördünde ekmek ve şarapla Aristo'nun hocası olduğum zamanlardı.
Hep onunlaydım. Hatta O'nun yüzünden o haldeydim.

Bok herif.
Hayatımın en uçuk en güzel en korkunç en sarhoş zamanlarını yaşadım.
Çıktı karşıma yine.

Yok yok sevgilim olmadı hiç. Yani seviştik, tamam. ama hiç ayıkken konuşamadık. Hep gözlerimiz kayıktı, hep saçımız başımız dağınıktı. Hep damarlarımızda zehir olurdu. yoksa katlanamazdık birbirimize. Dünyayı kurtaramayacağımızı anladığımızda birbirimizi bulmuştuk. 6 metrekarelik alanda kendimize bi tabut kurmuştuk. Yaşayıp gidiyorduk karanlık ve öfkeli ve boşvermiş.

Aşık olmuştum bu bok herife. Bi daha da kimseye olmadım zaten. aşk başka türlüyse eyvallah, ama bunun gibisini bi daha yaşamak istemiyorum! Kendi çukuruna beni de mi çekmişti, yoksa ben mi cumburlop atlamıştım, emin değilim...

Sonunda ben çıkmak istedim.
Neden? sigaradan tutuşunca ortalık, beni uyandırmak yerine resimlerine koşmuştu kafasız! Onun gürültüsüne uyanmasaydım bırakıp gidecekti muhtemelen... O an fark ettim.

Tamam hayat boktandı, ama bu tür bi adamla yaşamak bu tür bi ölüm getirecekti...Böyle ölmek daha boktandı.

Umursanmak istiyor insan. Ne kadar kimseyi umursamasa da... Bencilce evet, insanca.

Bıraktım gittim o gün. Aramadı muhtemelen. Ben de aramadım. Toparlanmam uzun zamanımı aldı. Şimdi zehrim sadece şarap, özel zamanlarda.

Nerden çıktı şimdi?



8.kk-ben bu suratı nereden tanıyorum?

5.kahvemi de içtim. Gözlerim katranlaşmıştı adeta. GEce uyuyamamıştım .Yemek yememiştim.
Bardağı yere fırlatıp, porseleni odaya saçıldıktan sonra aradım.

Konuştum ve
Telefonu kapattım
O kadını eve çağırana kadar-ki o anda karar vermiştim, onlarca sigara içmiştim.
Ağzımın tadı kaçmıştı adeta. Midem bulanıyordu. Kafam çatlayacak gibiydi.

YErdeki kırıklara basmadan hoplaya zıplaya banyoya gittim.
Üzerimde sadece şortum, ağzımda yarısı bitmiş, dumanını içime kusan sigaram.

Aynanın karşısına geçip, sakallarımı sıvazladım. Kaç gündür kesmiyordum onları. Hafta olacak belki de. Deli gibi kaşınıyorlar.

HEm yüzüm fena dağılmış halde, avurtlarım çökmüş, dişlerim sararmış. Gözlerimin kenarlarındaki çizgler yıllanmış şaraplar gibi ekşiliğini kaybetmiş, kıymetlenmiş acılaştıran anılardan.

Diş fırçamı çıkarıyorum, biraz macun.
Fındık kadar.
Aynaya bakıyorum yine.
Tüküresim geliyor kendime. Tükürüyorum. Aynada bana bakan o ihtiyarımsı herif gülümserken yüzünden bir tükürük kayıyor.
Fındık kadar olacak macun!
Yuvarlak fırçalayacaksın. Yatay değil. Dikey. Tamam mı bir tanem?
Tamam diyorum.
Öyle fırçalıyorum, uslu uslu.

Gülümsemeye çalışıyorum ama hayır. Atamıyorum o garip hissi içimden.
Arada içtiğim otların etkisiyle kafam hala çakırlarda keyiflerde.


LAnet olsun!


Turuncuya aşık oldum sanırım!
Gözümün önüde sürekli..

Saçlarının rengi o kadar güzel ki, teniyle o kadar güzel uyuşuyor ki, o kızı görmeliydim bir şekilde. HEmen..

Saçları için.

Ah siz beni bilmezsiniz, renkler için canımı veririm. Bu renksiz, tatsız, tuzsuz canımı. O saçlardaki renk benim peygamberim. Hemen onun yanına gidip biat etmeliyim!

Fırçamı yerine koymak istemiyorum. Atıyorum sağa sola bir yere. ODaya gidiyorum, başım fena yumuşak. Sözde o kadar kahve içtim. Bana mısın demedi. Üzerime bir şeyler giymem gerek. Yerden bir kot alıyorum, geçiriveriyorum. Spor manyağı biri olduğum için kilo almıyorum ve işte bu giydiğim kot en az 10 senelik. Tam oluyor yine, belden biraz bol. ÜZerime de bir tişört , koltuğa uzanıyorum. Şimdi bir koşsam.10 kilometre, götümden akan terler çoraplarımı ıslatana kadar. Ciğerlerime dolan hava alveollerimi patlatana kadar. Ne kadar rahatlardım. Hayali bile güzel.
DErken..

Sonrası malum.
Sızmışım.
Kapının ısrarlı çalmalarına uyanıyorum.
YA da bana ısrarlıymış gibi geliyor, çünkü kapıyı açıp, gördüğüm neredeyse kızgın ve bıkkın o surat bana tam tersini anlatıyor.

SAhi ,bu suratı ben nereden tanıyorum?

7.kapı-anahtar

Annesi vardı Pınar'ın yanında, ben dinlenmek için eve gelmiştim. Hastane duygusallığıyla sanırım, annesini görünce hiç sinirlenmedi turuncu kafa, kadıncağız günlerce boş yere tedirgin beklemiş...

Durumu iyiye gidiyordu. Yüzündeki sargıların bir kısmı çıkarılmıştı. Derin bir yara izi vardı, estetik ameliyatla düzeltilebileceğini söyledi doktor. Pınar bir ayna istedi, kendine şöyle bir baktı, yok, dedi "istemiyorum, kalsın, böyle güzel olmuş"... yanağında çillerin arasında bir çizgi. Çocuk filmlerindeki korsanlar gibi. Korkunç ama güzel.

Telefon çaldı sabah 10 gibi. Yeni uyanmıştım, hastaneye gidecektim kahvaltı edince.
-Günaydın, dedi çekingen bi erkek sesi. Pınar Çavdar'ın evi mi?
-Evet ben ev arkadaşıyım
-Hastanede mi hala
-Evet. Siz kimsiniz?
-Ben Pınar'ın modellik yaptığı ressam.. Fernando Hernandez. Ne zaman çıkar hastaneden? Nasıl durumu?"
-tam...
-Buraya gelebilir misiniz? Sonra birlikte hastaneye gideriz?"
-...?
-Yani başka bi planınız yoksa...
-...yani... yok, kahvaltı edip çıkacaktım zaten
-tamam o zaman bekliyorum...
çat. bipbipbip..

Şaşırmıştım, anlamadım hiç bi şey. Derdi neydi bu manyağın? Hem...
Lülülülü!
-Alo?
-Ev adresini bilmiyorsunuzdur....(tarif)...görüşmek üzere...

Çekingen ama emir veren erkek...mide bulandırıcı. Ama gitmem lazım. Pınar'la ilgili ne de olsa... Ne yumurtlayacak bakalım?

13 Aralık 2010 Pazartesi

7.kk-genelev maceraları

İlk deneyimimi çoğu erkek gibi ben de genelevde yaşadım. Sonra da pek çok kez gittim oralara. SEvdim hatta o dünyayı. Çoğu dünyaya göre dürüst geldi bana. O kadınlarla muhabbet etmeye gittim çoğu zaman. Çoğu zaman da hayvan olabilmek için. Maçlara gitmem ya, ondan sanırım bu ilgim.
Dedim ya, ilk deneyimimi bir genelevde ile yaşadım ben.

Zürafa sokak inlemeleri..
Duman altı gidiş gelişleri..
Anlamsız zevk rüyalarına dalışlar,
aşık mı oldum ben bu kıza hissiyatları..
Adam oldum lan ben artık duruşları..
Korkularını tatmin edebilme konusundaki anlamsız erkeklik yarışları..

Ayten'di bu ilk kızın adı. Kız diyorum çünkü ufacıktı, 18 var yok. Nedense bana bu taze ama neredeyse yaşlı denecek kadar deneyimli kızı ayarlayan Numan Abi'yi unutamam bir türlü. Bıçkın adamdı, yatmadığı kadın kalmamıştı orada. Şimdi duydum, Afyon'a yerleşmiş, küçük bir dükkan açmış. Bakkal. Evlenmiş, eşi kapalı ( nedense hiç şaşırmadım), bir oğlu varmış. O fıçıdan çıkmayan adam alkolü filan bırakmış, cumalara gidermiş. Bir iç çekip,hayret bir şey diyorsun. Öyle günlerdi onlar işte. Biraz garipti herkes hormonlar fora okyanusa açılırken.

Şimdi hatırlıyorum da Ayten ne de yardımcı olmuştu bana. Utangaçtım, deli gibi. Korkuyordum ama fiyakayı çizdirmemek için de deli gibi sert durmaya çalışıyordum.Gerçi ben sert dursam ne olacak, çocuk vücudum büyümeyi kabul etmiyor, yumuşacık kalıyordu o anlarda. Elim ayağım titremeye başlamıştı, Ayten sakinleştirmişti beni. Anne gibiydi. Çok net hatırlayamıyorum gerçi, zevk aldım mı almadım mı belli değil bir geceydi. SAbah güneş doğmadan kaçmıştım oradan. SAhile gidip, ağlamıştım hıçkırarak. Ne diye ağlamıştım o kadar bilmiyorum, kudurur gibi. Sonra da bir daha ağlamadım zaten. Saçma geldi hep. O günden sonra da ne utandım ne de vücudumun yumuşak kalmasına göz yumdum. Hatta çok da ağlattım sanırım insanları. Adalet dünyası ne olacak.

Hem şimdiki aklım olsa gitmezdim oralar, ne de olsa sokak sevişmek isteyen kadınlarla dolu. ÜStüne bir de aylık harçlığımın ciddi bir kısmından ayırıp vermiştim iyi mi. Çocukluk işte. 14 yaşında düşünemiyor insan bunları.Ama tabi o kadınların gözlerden bedenlerinde sakladıkları niyeti ve arzuyu anlayacak olgunluğa da hemen ulaşılmıyor,o ayrı.

Anlayacağınız kadınlar konusunda az buçuk uzman sayılabilirim.Gerçi çoğu erkek bunu der; onla yattım, bunla yatarım, bu kadını anlarım ayaklarına yatar. Siz inanmayın her dediğimize. Biz aslında biraz korkak biraz çocuk yaratışlı insanlarız ve hani derler ya, eksiğin neredeyse orayı kapatmak için üzerine yüklenirsin diye, biraz da bu misal bizim durumumuz. Hem cesur hem de olgun gözükmek zorunda kalmamız yani. Kim demişti aklıma geldi şimdi, erkek olgun görünüşlü çocuk, kadın çocuk görünüşlü oldun insandır diye. Her neyse..

Bir de aynı uzmanlık derecem matematikte vardır. Belki de ondan kadınların denklemini çözebilmek bu denli kolay oldu. Çok bilinmeyenli gözüken ama basit bir kaç teoriyi kullanarak aritmetisi çözülen bilinmezlikler onlar. İnsan çözemediği sorunlara aşık olur, dolayısıyla ben hiç aşık olmadım. Ya da bir kez olduğumu sandığım için oldum.

Belki de şimdi bir zamanlar aşık olduğumu sandığım o kadının yanında olmam bundan.Evine parayla sevişmek için gittiğim,bana hayatın en güzel zevkleri yaşatan arzu dolu kadın. Bana vücudumla beraber sevişmekten cidden memnun olduğunu söyleyip para filan almadan sabah erkenden evinden çıkıp beni kendi evinde çırılçıplak bırakan kadın..

Polisin sorumlu mühendis olduğum inşaattaki odama girip, kazazedenin adını ve durumunu söyleyip, beni karakola çağırdığında yüzümün donuklaşmasına sebep olan kadın.

Pınar Çavdar..
Aşık olduğumu sandığım kadın.

6.kapı-anahtar

Kızım O benim. Çok güzeldi, doğduğundan beri aşıktım adeta. Dokunmaya kıyamazdım yüzüne. Sivilcesi çıkınca O'ndan önce ben üzülürdüm, güzelliği bozuldu diye.

25 yaşındaydı, ne gerk vardı o kazaya? Yaradanın uyarısı, derdi annem olsa "güzelliği fazla önemsedin, işte böyle oldu..." Biliyorum ben de çok önemli olmadığını, sevdim sadece, benim çocğum, herkesten fazla sevmem normal değil mi? Sır Kapısı senaryolarından birini yaşadık...

Nasıl da özlemişim. Kızgındı bana, görmek istemiyordu o kadar peşinde koşmama rağmen. Eninde sonunda barışacaktık biliyordum. Çünkü sevmekti tek suçum. Elbet beraat edecektim O'nun da gözünde, umuyordum.

Hiçbir şeyini gizlemezdi benden, anne kız değil gibiydik. Çok okurü çok tartışırdık. Her şey hakkında. O'nu doğurduğumda bu kadar bilinçli değildim, ben O'nu fiziksel olarak büyütürken O da beni zihinsel olarak büyüttü.

Fahişelik yaptığını söylediğinde ilk kez tokat atmıştım yüzüne. Elimi havaya kaldırdığım andan itibaren de pişman oldum zaten yaptığımdan. Yine de O'na göstermedim pişmanlığımı, anneliğim tuttu birden... 23 yaşından sonra annelik yapmaya kalkarsan takmaz tabi seni...

Üniversite mezunuydu. "Aptal" olmadığını, onun bunun şirketine para kazandırmak için köle olmayacağını, az çalışarak zevk alarak çok para kazanacağını söyledi. "Mühendisliğe girerek hayatımın son aptallığını yaptım, bundan sonra ben hükmedeceğim kadere!"

Kısa süre küstük o zaman, ama sonradan fark ettim ki mutlu, uzatmadım. yine de sonradan yorulacağını, çabuk yaşlanacağını, hayattan bıkacağını düşündüğüm için endişeliydim. bu yüzden elimde olmadan- eskisi gibi neşeli olamıyordum. Sıkıldı yanımda, Esin'le eve çıktılar. Bikaç kez gittim, kapıya çıkmadı, aradım, telefonlarıma cevap vermedi.

Hep aklımdaydı.
İşte şimdi yüzü sargılar içinde, bilinçsizce yatıyor. O turuncu kıvırcık saçları görünmüyor. Çilleri sargının altında kalmış. Yine de bi sanat eserinden farksız ve güzel benim kızım. Pınar'ım. Odasının dışındayım. Beni görünce kötüleşmesinden korkuyorum.

Ama korkmayanlar var. O gerizekalı eski sevgilisi geldi pat diye girdi içeri. Mühendisti. Fahişelik yaptığını öğrenince çok panik yapmıştım, düzenli sıradan bi hayatı olmasını, aşık olduğunu söyleyen bu adamla evlenmesini çok istemiştim. Ama olmadı, anlaşamamışlar, ne yaşadılar bilmiyorum ama, kızım epey üzüldü, biliyorum.

Eski sevgililer böyledir, pat diye birinin hayatından çıkabileceğini ve istediği zaman girebileceğini zannederler. Sanırsın ki hatasını anladı, sana geldi... Hayır, muhtemelen boşlukta / boşta kalmıştır, seni teselli ediyor gibi görünürken erkekliğini okşar, tekrar güç toplar. En kısa zamanda da geri gider.

Erkekler böyledir.



10 Aralık 2010 Cuma

6kk-Hastane öpücüğü

Koluma bir şeyler sokmuşlardı.
Garip garip bipleme sesleri ile sinirlerim bozuluvermişti hemen
Ritimli olan, düzenli atan her şeye sinir olurum ben.Bilen bilir.

Ve işte karşımda garip bir ışık ( yok ölmedim daha), garip bir buğulu görüntü (lens kullanmıyorum).

Gülümsüyor mu ne? Anlamadım yani. Sanırım tanımıyorum bunu. Tanıyor muyum? Niye böyle garip garip bakmaya başladı. Telaşlandı, hatta korktu ve odadan çıktı. Bu arada ben neredeyim, bu burnumdaki garip şey de ne? Ya bu koku?

KAlbimin atışını hissedebiliyorum, yüreğim sanki göğüs kafesime tekmeler atıyor. Çocuk olarak bir kalp doğuracak gibiyim. Kasıklarımda bir ağrı hissetmeye başladım.Yoksa kalçalarım mı? Tam olarak anlayamıyorum. Burnum fena kaşınmaya başlıyor, elimi kıpırdatamıyorum. Bir şeylere sarılı.

Dur bir dakika, bir şey düştü üzerime en son.Bir baskı, bir acı, bir hissizlik.
O inşaatın önünden geçerken. O zaman ben hastanede olmalıyım. Algılarım fena değil, demek ki felç filan geçirmedim. İyiyim iyi.
Kafam zehir gibi, hatta enerji akıtıyor ruhuma.
Sanki bir şeyler değişmiş gibi içimde. Gözlerimin kenarları yanıyor, neden acaba?

Hah, işte içeriye girdi beyaz pelerinli insanlar. Kısa olan adam sol kolumdan tutup bir şeylere baktı. Sarışın olan sağ koluma bir şey soktu. Gören beni öldürüyorlar zanneder, o derece ciddiler. Garip, gülümseyesim geliyor. KAhkaha atasım, o anda anlıyorum yüzümde bir şeyler var. KEsik mi, dikiş mi? Çok sert bir şeyler. Sağ yanağım kaskatı, bir şeylerle kaplı sanki.Tam hissedemiyorum.


Derken O'nu görüyorum.
Arkalarda bir yerde saklanmış, büzülmüş, yorulmuş. Gülümsemeye çalışıyor.Sanırım gözlerim şiş. Bİr an da hissediyorum bunu. Yanmaya devam ediyorlar. GÜlümsemeye çalıştıkça ben, sanki acılarım daha da artıyor. HEp böyle olur zaten. Neyse, yeri değil bunu düşünmenin.

TAm o anda kısa boylu olan diğer koluma bir şeyler sokuyor. Ne kadar delik varmış yahu. Sokulmadık şey bırakmadılar.

Ve işte, yumuşamaya başladım.Sanki yatak üzerinde iki kat büyüdüm, yayıldım, genişledim hemencecik. Tüm dünya benim, tüm evren yatağım. Tüm rahatlama, tüm hazlar bir anda yayıldı damarlarıma.

Arkadalardan bir yerde uzunca boylu gözlüklü bir pelerinli yaklaşıp,elimi tutuyoro anda.İyi olacaksın,diyor. Her şey yolunda.Aman umrumda diyesim geliyor. Ama ağzımı kıpırdatamıyorum. İyice koptum iyi mi?

Başımı kaldırıp, O'na bakmaya çalışıyorum sadece. Doktorlar çabamı anlıyorlar ve bizi yanlız bırakabileceklerini söylüyorlar.

Duvarda büyük bir saat var. Sanki hastalar zamanı öğrenmek için ölüyorlar ya. Üstelik felakat derecede yüksek tik tak sesi odayı dolduruyor. Sinir bozacak kadar yüksek..Bozuyorda. Uyumuş olmam gerekmiyor mu benim? Takılıp kaldım 2 şişe şarap içmiş dünyada.
Oh sesler azalmaya başladı.
Bana yaklaşan ayak seslerini duyamıyorum , nefesini hissedemiyorum O'nun sırf bu yüzden.

Kiminle yanlız kalacaktım sahi ben?

Doktorlar çıkınca, yanıma geliyor biri sonunda. GÜlümsüyor. Ben de gülümsemeye çalışıyorum, ama suratım kaskatı olduğu için kıpırdayamıyorum. Gözlerimi yummak istiyorum, açmaya çalıştıkça dayanılmaz acıyorlar. Sanki dayak yedim, tekme tokat sadece suratıma vurmuşlar gibi. DAha da yaklaşıyor, elimi tutuyor. Sağ elimi. Yanıma usulca oturuyor.Yüzünü yüzüme değdiriyor. O halde, o acılar içinde bile vucüdum kokusunu tanıyor .O'nu arzulamaya başlıyor.Ölesiye. Eskiden gelen bir anı, tüm hücrelerime dokunuyor, apar topar izin bile istemeden tüm odalarıma doluveriyor. Savunmasızım. Çok fena yakalandım! Lanet olsun, uyumalıyım!

Önce burnunu sonra dudaklarımı sağ yanağıma değdiriyor. PEk bir şey hissedemiyorum, çünkü sargıların olduğunu anlıyorum o anda. Yüzümün içine edilmiş olması lazım sanırım. Bu kadar acı varsa bu kadar ağrı kesiciye rağmen.

Sanırım sadece gözlerim,saçlarım ve dudaklarım filan açık yüzümde. Anladığım o ki, sağ yanağımda bir yırtılma olmuş,oraya dikiş(ler) atarak yüzümü sarmışlar.

Ve işte, bana denizi hatırlatan kokusu..Okyanus ruhlu adam.
Tenimi kaplıyor her şeyiyle.. Dudaklarının sıcaklığını hissediyorum. Tüm hücrelerim hareketleniyor.Gözlerimde soğuk damlalar sertleşiyor.Yutkunuyorum. Ne kadar süre olmuştu O'nu görmeyeli? Çok fena hazırlıksız yakalandım.Toparlanamıyorum.

Dudaklarını hissediyorum dudaklarımda.
Hala aynı tattalar
Aynı sıcaklıktalar
Gözlerimi yumuyorum o anda.

Uyuyakalıyorum ya da kolumdan kanıma karışan o ilaçlarla sonunda uyutuluyorum..

5.kapı- anahtar

- Naber abi?hayırlı günler...
- İyiyim sağolun?
- Bi simit alacaktım da...

Sanki simitçi olan O değilmiş gibi garipsedi Niyazi Abi.

Niyazi Abi öyledir, değişik bir geçmişi var, okumuş simitçidir! ama çalışmayı sevmez, keyfine düşkündür... günlük karnını doyuracak kadar çalışır. Bana kendini öyle tanıttı en azından.

Adam da O'nun hikayesini biliyormuş gibi, Niyazi Abi'nin garipsemesini hiç fark etmemiş gibi gitti aynı ağacın dibine oturdu.

Niyazi Abi kızgın kızgın kalktı, arabadan simit alıp verdi adama. Öylece baktı suratına, yanını işaret etti adam. İyice gıcık oldu Niyazi Abi. O kadar çok izlemiştim ki, yüz ifadesinden anlayabiliyordum hissettiklerini.

Ben fırsat bulduğum her sabah bu sahil kenarındaki çay bahçesinde çayımı içer, gazete okuyormuş gibi yaparak insanları izlerim. Özel bir sebebi yok, eğleniyorum işte. Herkes ayrı bi hikaye, insan eğlenmek isteyince her hikayeden kendine bi espri çıkartır.

Bu adamla Niyazi Abi'nin ilişkisi de belli ki eğlendirecekti beni! Doğru yerde doğru zamanda olduğumu hissettim.

Adam taksiciydi. Bi şapkası vardı, hafiften yana çevrilmiş, ama ikide bir oynuyordu yürürken şapkasıyla, sürekli hareket ettiriyordu. Bıyıklıydı, esmer bi yüzü vardı. Muhtemelen siyah ya da kahverengiydi gözleri. 30una yakındı yaşı. Bir gömlek, ince bir mont ve dizleri kabarmış sıradan bir pantolon giymişti. Çevresini umursamıyordu, aklında başka şeyler vardı, görmeden bakıyordu. Niyazi Abi'nin şaşkınlığını fark etmemesi de bundandı.

Yere oturunca önünden bir köpek yürüdü yavaş yavaş , ona takıldı gözleri... Onun bi noktaya sabit baktığını görünce Niyazi Abi de oraya baktı.

- Abi be, dedi, şu köpeğin ne düşündüğünü bilmeden ölüp gideceğiz!

Yine şaşırmıştı Niyazi Abi, hala kötü kötü bakıyordu adamın suratına. Adam birden yüzünü çevirip, ilk kez Niyazi Abi'nin gözlerine bakınca adeta korktu, başını yere çevirdi. O an adamın gözlerini göremediğim için kıskandım Niyazi Abi'yi.

Eğlencem dramatik bir filme dönüşmüştü. Sonunu merak ediyordum ama olmadı, adam kalktı yerinden, arkasını dönüp ilerlerken "hadi sana kolay gele" diye boşlukta simitli elini salladı, taksisine binip gitti.

Birkaç adım ilerde her şeylerine şahit olmuştum ama, sanki en heyecanlı yerinde dvd çizilmiş de film yarıda kalmış gibi sinirlenmiştim. Adamı takip etmediğime pişman da olmuştum birkaç saniye içinde.

Of... dedim. gittim olduğu yerde kalakalmış Niyazi Abi'nin yanına oturdum. yüzü bembeyaz olmuştu. Ne vardı bu kadar şaşıracak? Çok yaşlanmış görünüyordu... 20 yaş atmıştı adeta!

Hiçbi şey sormadım, O anladı gözlerimden merakımı. O konuşmayı çok seven, hatta bazen sussun diye beklediğim adam, ilk kez istemeye istemeye konuştu. Boğaza daldı gözleri, dudaklarını aralamaya üşenircesine başladı anlatmaya...

"Kızım..." dedi.

6 Aralık 2010 Pazartesi

5.kk-Simit Sanatçısı

Her şey o taksici genç delikanlının benden simit almak için yanıma gelmesiyle başladı.YA da ben öyle sandım.

Gerçi ben de çok yaşlı sayılmam ama bir şekilde yaşam sırtımı büküp, saçlarıma kırlar damlattığından mıdır bilinmez olduğumdan fazla gösteririm.Öyle derler diyelim ya da

Her neyse, yine benden bahsetmeye başladım bak. Huyum kurusun. Şimdi efendim, anladığınız üzere ben bir simit sanatı icra ediyorum. Beni o bayi sistemi gibi çalışan fırın simitçileri ile karıştırmayın ama. Kendi simidimi kendim hazırlar, pişirir ve satarım. Ufak çapta bir dükkanım(ız) var. İki kişiyiz, birimiz ufak fırınımızda durur, diğerimiz-ki o da ben oluyorum- simitleri satar sokak sokak gezerek. Aslında adil iki kardeşiz biz. KArdeşim Hasan daha çok düzeni, yaratıcılığı, hesap yapmayı sever; ben de malumunuz biraz daha sokak delisi, insanlarla konuşma meraklısı öyle bir adamım işte. Çoğu zaman para bile almadan pek çok kişiye simit verdiğimden kardeşimle az mı bozuştuk. Yani hesap bilmeyen , sorumsuzun da tekiyim. Aslında olmamalıydım.30 yıldır ne anne var ne baba. Tek kardeşimle beraber hayatta idare etmeye çalışıyoruz. Hala kendimden mi bahsediyorum ben. Neyse, battı balık yan gider hesabı. Biraz daha devam edeyim bari.

Şimdi siz bizi fakircene bir taşra ailesini sanmışsınızdır, aslında değiliz. Daha doğrusu değildik. Biz Üsküdarın yerlilerinden Meşhur Köfteci Ahmet EFendi'nin torunlarıyız. Dedem rahmetli, Üsküdar göçlere boğulup yerli esnaf ölene kadar oraların en tanıdık simalarındandı.Epey zengindi de. Bahçeli, uşaklı filan ufak bir konakta büyüdük bile diyebilirim. Düşünün yani, sanşlı insanlarız biz. Doğanın yeşilini, İStanbul'un geçmişini yaşadık.
Şükür tabi.
Bu, hiç felaket yaşamadık da demek değil. Annem, dedem, babam, amcam bir kazada sizlere ömür. Bizim yaşlar o sırada 10-12.Ben büyük olanım. Hadi matematiğiniz iyidir sizin, anladınız ben 42 yaşında bir adamım. Adım mı? Kemal. Mesleğim simitçilik mi? Değil, ben mimarım. Eğitimliyim yani. Mektepli. Hatta Mimarlığı yabancı mekteplerde okudum. Nasıl mı oldu? Malum bu büyük üzücü hadiseden sonra,dedemden kalanları devam ettirecek birileri çıkmadı.ELimize biraz-aslında epey-para vardı başlarda.Gerçi biz reşit olana kadar bize bir şey düşmedi ama.Mimarlık ise şöyle oldu: ben de severdim öyle çizim filan şeylerini. Roma'da küçük dayım da mimardır. Resterasyon üzerine çalışan bir tür devlet görevlisi gibi bir şey. O'nunla konuştuk, daha doğrusu o aradı bizi. Malum bu olaydan sonra ailenin geri kalanlarında bizi bir sahiplenme başlamış, hatta çığrından çıkmıştı. Öksüz ,yetim, daha ufacık, vay efendim daha çok küçükler filan. Babam askerdir benim, annem ise dikiş filan diker. Babamı filan pek görmezdim zaten. Neyse o konulara girmeyelim şimdi, uzamasın konu.(Balığı o kadar da yatırmayalım)

Şimdi siz benim neden mimar olmayıp, simit sanatçısı olduğumu da merak edersiniz. O da uzun hikaye.

Nihayetinde beni biraz tanıdınız her halde. NErede mi yaşıyorum? Galata civarı diyeyim. BEni görseniz nasıl mı tanırsınız? İnsan şimdi kendini övemez ki durup dururken. Mutevazı olmak gerek tabi biraz.

Hadi başa dönelim. TAksici gençten bahsediyordum.25lerinde, uzun boylu, kumral kıvırcık saçlı, inadına yeşil gözlü, aslında yakışıklı bir delikanlıydı.

Uzakta taksisini park edip, yumuşak adımlarla bana doğru yaklaşırken açlığının kokusunu alabiliyordum. O gün karaköyden tophaneye doğru yürüyordum simit sanatı arabamla. ORtalarda bir yerde, sahil kenarında arabayı sağa çekmiş, çimenlere oturmuş, öyle izliyordum denizi. İnadına sıcaktı hava İstanbul'da. Hele o güzelim dalgalar, temiz yosun kokusu.(O nasıl oluyor şimdi demeyin) Salla simitleri modundaydım anlayacağınız, sırtımı ağaca yaslamış, ehl-i keyif alemlerinw dalmıştım.

Derken sert bir fren sesi duydum.Başımı sola doğru çevirdim istemsizce. Görmemişler diye geçirdim içimden. Sarı taksiyi görünce bir de iç geçirdim dışımdan. Taksileri sevmezdim pek. Şehri kirletiyorlar gibi gelirdi bana. Eskiden bu kadar taksi mi vardı burada! Ne güzel günlerdi.
Sakin..
Şimdi arı kovanı gibi her yer, sarı sarı. Sevmiyorum işte taksileri ya da az seviyorum diyelim de kimse alınmasın.

İşte bu delikanlı taksiden inip, bana doğru kesin ve kendinden emin adımlarla gelmeye başlayınca ilk başta şüphelendim. Tanıyor mudur nedir beni diye.Söylemesi ayıp,ünlüyümdür de biraz. E tabi herkes simit sanatı yapamaz.(Çenem düştü bak yine) Sonra delikanlı bu dikkat ve iradeyi arttıra arttıra dibime kadar geldi.Gülümsedi.İnanır mısınız yerimden bile kıpırdamadım. Sanki grev günündeydim, iş yavaşlatıyorum. Uyuşuk bir moddayım o anda. Dyojen gibi gölge etme başka ihsan eylemem dedim diyeceğim.

Yine de şimdi hatırlıyorum da, ne gündü o gün. Ve her şey,o genç delikanlının bana o cümleyi kurarak, beni o yayıldığım yerimden kaldırmasıyla başlamıştı:

4.kapı-anahtar

- Merhaba,
- Merhaba?
- Ben mankeninizin ev arkadaşı, Esin. Arkadaşım bugün ve bundan sonra gelemeyecek, onu haber vermek istedim.
- ...? (..)
- bugün size gelirken kaza geçirdi, hastaneden arıyorum şimdi.
- ...? (kaza mı?)
- epey fena halde vücudu ve yüzü.. Haber vermemi istedi, kendisi konuşamıyor, arada bir uyanıp mırıldanıyor.
- ama... (nasıl olur...?)
- biliyorum resminiz yarım kaldı ama, yapacak bi şey yok, inanmıyorsanız gelip görebilirsiniz! (öküz, şu halde bile kendini düşünüyorsun değil mi!)
- hayır (gerizekalı kadın, inanmamakla ne alakası var, sadece şoktayım şu an ve konuşamıyorum!)
- neyse, iyi günler.

telefonun siyah sesi, "suratına kapattı aptal, mal gibi kaldın ortada!" diyor.

Şaşırdım sadece. Güzelliğin bitişi sardı odamı. Güneşin ısıtıcı sarı ışığı irin dolu yara gibi rahatsız etmeye başladı. duşa girdim. Çıktım. Tuval vardı hep aklımda, tuvalette mutfakta balkonda kapılarda pencerelerde. tuvalin olduğu yerde duramayacağımı anladım, çıktım.

Sokaklar ışık ve müzik doluydu, ama gürültüden başka bi şey ifade etmiyorlardı. renkler belirsizdi. Işıkların açıları birbirleri içine geçmiş, birbirlerini sömürmüş, renkleri de öldürmüştü. Müzikler de aynı şekilde birbirini bastırmaya çalışırken gürültüye dönüşmüştü. Anlamsızdı.

Görmemek ve duymamak ve aslında hissetmemek için bi barın dışında oturdum. İçtim, içtim, içtim. "Her akşam votka rakı ve şarap" tadında Dario Morenolar geçti içimden. Turuncular dönüyordu kafamda kan kırmızısına dönüşen.

O yüz nasıl çirkinleşebilirdi? Ne hakkı vardı bu canavarlığı yapanın? Gidip dava açmak, hatta davayla falan uğraşmayıp direk yüzüne dalmak istedim adamın. Kesin çirkin göbekli korkunç tipli bi taksi şoförü çarpmıştı o güzelliğe! piç kurusu..

geri gittim eve, bekleyenim vardı, başka yere gidemezdim. kustum alkolle yoğurduğum renkleri tuvalin üstüne.

niye üzüldüğümü hiç düşünmedim. düşünmeye başladığı an üzülmeyi bırakır insan, mantıklanır, insan olmaktan çıkar, ya da her neyse..


5 Aralık 2010 Pazar

4.kk-Işık TAnrısı

Perdeleri sonuna kadar açtı ressam.
Korniş de sıkıldı perdeden, ipek bez parçasının bir kısmını yere doğru iteledi. Bu ufak değişimle odaya garip bir karmaşa hakim oluverdi birden. Bir kavga ruhu, bir savaş merakı. Yıkım arzusu. Birisinin ölümüne olan o garip haz.

Işığa ihtiyacı vardı ressamın.
HEp olur. Her sanatçının başka bir şeye ihtiyacı vardır bu sanrı anlarında.
REssam da böyleydi. Bir tanrısı vardı :Işık!
ve
Işığa tapıyordu durmaksızın!

REnkleri görmeliydi, onlarla konuşabiliyordu çünkü; onları dinleyebiliyordu. Renkler onun ilkel kabile reisiydi. Renkler onun zikriydi. Dizlerinin üzerine çöker bir musevi gibi dua ederdi tuvali önünde. Fırçasıyla boyalarının önünde bir müslüman gibi rükuya ererdi. Bir hristiyanın isa heykelciğine tapması gibi tapardı boya kutucuklarına. Dünyada ışığa tapan kaç insan vardı ressamlardan gayri o anda?
Seks de aşk da, siyaset de ölüm de renklerdi. REnklerdeydi. sanki gözleri bambaşka perdelerden bakabiliyordu hayata. Birileri 3 boyutlu resimleri keşfedip göbek atarken para verip, o boyutsuz dünyada orgazm oluyordu bedavaya.

Hatta kadınlarla değil onların renkleriyle sevişiyordu üstelik. Renk renk kadın, bir feminen tuvali vardı ruhunun tam ortasında.
Sabah saat 5 civarı doğaya hakim olan lacivert ruhlu kadınlar, solmuş Oslo gülünün kasım sabahı etrafı kaplayan kırmızısındaki orospular, güneş sarısı enerjisiyle kendisine baktırmaktan çok öyle ben bir geçiyordum, ısınmak istedim ruhlu çatlaklar.

Elleri boya içinde kalmıştı işte, perdeleri de batırdı tüm bunları düşünürken.Kafasını yolarcasına karıştırdığı saçlarını da.
Umrundaydı sanki! koca bir bidon tineri ne güne duruyordu!

Gidip bir kaç bardak kırdı mutfakta. RAhatladı. Sonra ellerini üzerine silip, üstündekileri çıkardı. Yere bıraktı öylece. Salonda bir donla kalıvermişti işte!Kahkahaya patlattı. Gidip tuvali öptü. Bir daha öptü. Dudaklarının nemi ile ıslak yağlı boya birbirine karıştı. Dudakları birden lacivert bir rujla kaplanmış gibi oldu, ağzı o bildik tatla doldu!

Işık muhteşem gösteriyordu tabloyu. ÜStelik onu daha verniklememiş, rütuşlarını tamamlamamıştı. Bugün kız gelince, onları da yapar, gölgeleri ve dudak kenarındaki o ince kasların ifadelerini düzenlerdi.
Ve tamam işte!

En kısa sürede bitirdiği tablo olacaktı neredeyse bu! 4 gün!
.Mükemmel!.

Bu kızın enerjisi, neşesi, yeteneği inanılmaz etkileyici. Bir yemeğe mi çıkarsa O'nu ? Gerçi bu kadın milleti bir garip, kırkına yeni varan zampara ressam beni ucuz numaralarla yatağa atmaya mı çalışıyor bakışlarını çekmeye hiç niyeti yok. YApar mı yapar. Kendine ne kadar güvenen, sağlam karakterli bir şey gibi gözükse de , bunların topu aynıdır! Şüphecidir.

Sonunda yere, eski şark halısının üzerine yığıverdi bedenini. Kollarını açtı, ayaklarını açtı, saldı kendini. Öyleyece uyuyakaldı huzurla. Sabah daha güneşi doğurmamış ama doğuracak kadar da karnını büyütmüştü.ARadan turuncumsu şeyler süzülüyordu. 9 dakika mı desem 19 dakika mı..O kadar yakın doğuma..

TA ki telefon çalana kadar huzur içinde uyumaya devam etti Ressam. Çıplak ressam. Saçı, gözü boyalı ressam. Yorgun ressam, tatmin olmuş ressam.

Güneş doğalı 9 dakika mı oluyordu 19 dakika mı..
O kadar çabuk uyanmıştı işte.
Etraf turunculuğu koyu sarıya terk emiş, efkar dağılmış, tablo parlamaya başlamıştı bile.
Ah kutsal ışık! Ah yüce Tanrı! Kutsamalı seni..

Ama o telefon yok mu! Tek o, ısrarlı tecavüzüyle odayı delik deşik ederek nefrete boğabilyordu rahatlıkla. Siyah dedi içinden, bu telefon kesinlikle siyah şu an. Her şeyi yutuyor meret. Ayağa kalktı, biraz üşümüş olacak ki, büzülmüş bir halde ahizeyi kaldırdı.

'Fernando Hernandez ile mi görüşüyorum?'

'Buyrun benim.'

'Burada bir bayan var. Sizinle görüşmek istiyor..'

3.kapı-anahtar

Alışkın değilim evde kahvaltı etmeye. Evde, daha doğrusu ailemin evinde yaşamaya alışkın değilim 30 yıldır. 30 yaşımdayım. Reenkarnasyona inanabilirim belki bu durumda, inanmam gerek, aksi halde saçma kalacak bir önceki cümlem. Olsun. Ben o güne döneyim yine de.

Turuncu saçlı insan sayısı azdır Türkiye'de, sürekli rastlanmaz sokakta. Birini görünce de belli bir süre aklımda yüzü, ifadesi, duruşu. Farklıysa bakışları, daha bir kalıcı olur hafızamda. İlla ki duygusal anlamda vurulma söz konusu olması gerekmez. Bazı insanlar resim yüzlüdür ya, onlar gibi işte. Bir de turuncu bana hep kırmızıyı hatırlatır. Kırmızı da çok şeyi hatırlatır. Size öyle gelmez mi? Kırmızı her anıda az çok vardır. Neyse...döneyim ben yine o güne.

Simitle kahvaltı ederken gördüğüm kadın, birkaç gün önce, gecenin köründe taksiye binen turuncu saçlı kadındı, unutmamıştım. bıraktığım apartmandan çıkıyordu yine. Kahverengi yeşil ve turuncunun ilahi uyumunu taşır gibiydi, bi tek kırmızı eksikti üstünde. İnatla taşımıyor gibiydi kırmızıyı, bi eksiklik kalsın der gibi.

Nedense taksiye yönelmeyince kırıldım sanki.. sanki bana selam verip gelip yanıma oturuvermesi gerekiyordu. Bi daha dur derse durmayacağım, diye geçirdim aklımdan, şaka değil, bi an çocuk gibi oldum. Nedenini sormayın işte ben de anlamadım ki!

Aşk değil bu hemen yanlış yorumlamayın. Her kadın erkek ilişkisi aşk değildir ya! O benim kahramanım gibi, sanki şu sanal hayatta O'nu ben yazmışım gibi... Benim düşündüğümden başka bi şey yapınca kıskanıyordum... Nasıl anlatsam... Sanki benim filmimin oyuncusu, ama başka yönetmenden emir alıyor gibi..

Neyse mesele o değil. Zaten kimsenin elinde olmayan şeyler geldi başına.

Muzip bi gülümseme vardı yüzünde, apartmandan çıktığı an güneş sokağı daha bi ısıttı sanki. Yoldan geçenler dönüp baktı. Dikkat çekiyordu, bunlar benim abartmalarım değil. İşe giden somurtkan insanların arasından gülümseyen rengarenk biri geçerse dikkat çekmez mi?!

Adeta koşturarak yürüyordu. Sabahın köründe nereye acelesi vardı bu kadar? Hangi işe insan böyle neşeyle giderdi ki?

Bunları öğrenemedim o gün. Çünkü tam köşedeki inşaatın altından geçerken başına işçilerin kullandığı kalaslardan biri düştü. Anında yığıldı oraya. Kan akıyordu başından, kıpkırmızı.

Kalabalık toplanmıştı başına, yukardan işçiler bakıyordu. Ambulans çağırmış birileri, geldi, götürdüler. Ben hasta yakını gibi kıpırdayamaz haldeydim, şok olmuştum. Mahallenin bakkalının koşarak apartmana girdiğini gördüm, eve haber verecekti galiba. Kimle yaşadığını da o an merak ettim...

3.kk-Paris'ten gelen Ev-daş

Uçaktan inmişti sonunda.


İş seyahatlerinden nefret eder olmuştu bir haftadır. Üstelik yanına aldığı iki topuklu ayakkabı da ayağına vurmuş, toplantı ve geziler sırasında da gidip bir çift ayakkabı alacak kadar da vakit bulamamıştı. LAnet bir haftaydı!
Gerçi Paris'ten bir ayakkabı almaya kalksa servet ödemek zorunda kalacaktı o da ayrı mesele.

Tekerlekli deri siyah bavulu ile pasaport kontrolüne doğru giderken, tüm zerreleri ile yorgunluğunu apaçık hissediyordu. Acıyı mı denmeliydi yoksa?

Kabideki kontrol görevlisinin Türk erkeğiyim ben, gözümle bile seni yiyip bitirebilirim bakışlarından sonra, pasaporta damgayı bastırıp, Taksim'e bir taksi çevirmeye koyuldu. Nasılsa şirket ödüyordu tüm masrafları. ÜStelik otobüsle filan uğraşamazdı bu yorgunlukla.

Bavulunu sürükleye sürükleye taksiye yerleştirirken, genç taksici ile gözgöze geldi bir an. Uzun zamandır bir erkekte bu kadar derin bakışlar görmediğini fark etti. Başının ağrısını ve ayaklarının sızısını umursamadan, taksiciye bavulunu bagaja yerleştirdiği için teşekkür etti gülümseyerek.

Ardından vakit kaybetmeden arka koltuğa yerleşiverdi.Ya da kendini öylece bıraktı da denebilir. Kumral uzun saçlarını paltosunun cebinden çıkardığı bir toka ile toplamayı akıl ederken, aklı Esin'e gitti bir an. Acaba evde bir haftadır neler yapmıştı, halledebilmiş miydi görüşmelerini,modellik ile fahişeliğin bu kadar yakın algılandığı bir dünyadan yorulmamış mıydı hala, para alabiliyor muydu bari, eski erkek arkadaşı bu hafta boyunca onu rahatsız etmiş miydi yine, mide ağrısı ne durumdaydı, kira bir hafta gecikti diye ev sahibi ile didişmiş miydi?

Derken eve gidince kendine sıcacık bir ıhlamur hazırlayıp, yumuşak yatağında uyumayı hayal etmeye başladı.Gözleri kapanıyordu ara ara. LEziz bir uyku kaplamıştı tüm ruhunu. Tatlı o kadar tatlıydı ki gözlerini kapatmak.

TRafik neyse ki yoktu bu saatte. EVe bir an evvel varıp, keyfini devam ettirebilecekti.

SAbahın beşi, güneş bile ortalarda yok. Gerçi PAris'e nazaran hava ılık, kuşlar gruplar halinde uçmaya devam edecek (besbelli) birazdan başlayacak gürültüye değin. İnsanın yorgunluğunu alıp neredeyse huzur hissettirecek bir şehirden böyle bir doğa. Gözlerini açası geliyor insanın.

Taksici de pek kibar sabah sabah. Kaç kez sinirli, huysuz olanına denk gelmişti,sanki parayı onlar ödüyormüş gibi bir de surat yapmaları yok mu!.SAbahın köründe ne gerek duyuyorsunuz taksiye kardeşim, gidin uyuyun bakışları. Neyse ki,adam güzel bir CD takmış, yumuşak latin müzikleri eşliğinde ilerliyorlar.TAksicinin de böylesi doğrusu!

ÖYle ki, eve ne zaman geldiğini anlayamıyor kadın. Gerçi ara ara ufak ama uzun kestirmeler,göz dinlendirmelere devam etmiyor değil.

EVe gelince, Esin'i hışımla hazırlanırken buluyor.SAnki uyuya kalmış da bir yere gecikmiş, gözler şiş,kimseyi gördüğü yok.Oradan buraya koşturuyor. Kadın anahtarı cebine koyup, holde ilerken neredeyse Esin ile birbirlerine çarpışacaklar. Esin kendisine enfes derecede yakışan ve tam da üzerine oturan kAhverengi montunu giymiş yine, koyu yeşil çantasını takmaya uğraşıyor. Biraz şaşırıyor kadın, bavulları girişte bırakıp holde ilerken dayanamayıp:

-E hoşgeldim yahu. İnsan bir selam verir 'diyor Esin'in karşısına dikilip.

-Aaa,sen mi geldin. Fark etmemişim, acelem var çıkmam lazım.Sahi nasıl geçti PARis ve toplantılar? Modayı kurtabilecek miyiz dersin Türkiye'de?

Kısık ve kesik bir kahkaha atıp, eliyle havada garip bir kaç hareket yaparak:

-Neyse ben kaçayım artık. Bir iş buldum, müşteriye gidiyorum. Geç kalmamalıyım, adam deli.8 de evde ol dedi. Kim sabahın köründe resim yapar Allah aşkına. Hadi akşama görüşürüz, bir kutlarız gelişini.Soruma uzun uzun cevap verirsin o zaman.( SAnki kadın kısa da olsa cevap vermiş gibi!)

Bu arada İçecek bir şey alayım mı yemek için ?

Kadın, bu hengameden bir an evvel çıkmak ister gibi uyuşuk hareketlerle mutfağa doğru ilerlerken yarım ağız bir şekilde cevap veriyordu Esin'in bu delimsi hızına:

-ŞAraplar benden tabiki. O kadar taşıdım yanımda. GErek yok bir şeye. HAzırlarım ben yemeği, hem izindeyim bugün zaten. Alırım ne gerekirse.Bu arada dikkat et, geçen sefer ki gibi manyak çıkmasın adam. Sanatçıların hepsi deli zaten. Bir de üstüne para alıyorlar inanılır gibi değil!


ACele içinde kapıya koşturan Esin kahkayı bastı.Turuncu saçlarını düzeltip, hızla kapıyı kapatırken içeri seslendi:


Bazen de para veriyorlar tatlım. O kadar da acımasız olma!

2.kapı-anahtar

Kime çekti bu çocuk bilmiyorum. Hayır, babası olsam başkasının çocuğu mu ki diye şüphelenirdim, ama ben doğurdum işte...

Ne babası ne ben, hiç kitap okumayız, (okumazdı rahmetli). Eskiden gazete okurduk, artık TV var diye ona da gerek duymuyoruz. Tamam, okumak iyidir de, O'nun gibisini de hiç görmedim. Hadi roman falan okursun, dizi seyreder gibi olur neyse de, bizimki yazıyor da... Ya yazıyor işte...Ne yazıyor bilmiyorum.

Bütün gün çalışınca başkalarının çocukları eve gelir, maç izler, çay içer, dışarı çıkar arkadaşlarıyla kahvede oturur -allah saklasın- içer içer, gelir yatar.
Bizimki küçüklüğünden beri bi garip. Dışarı çıkmaz, mahalle gençleriyle anlaşamaz. Küçükken bi kere dövmeye kalkmışlar da, kendini koruyabilmiş hiç olmazsa.

Şimdi de taksici, bütün gün çalışıyor,akşam gelir gelmez de yemeğini yeyip o kör ışıklı odasına çekiliyor. Arada bi meyve falan götürmesem yüzünü göremiyorum. Masa başında sürekli bi şeyler yazar duruyor, gözleri bozulacak, kafası yoruluyor boş yere, sırtı tutulacak, zaten oturuyor bütün gün takside...

Offf of.. Hiç görmedim ki böylesini. Allah sonunu benzetmesin, bi Aysel Abla'nın komşusunun oğlu böyle hiç çıkmazmış dışarı, camdan dışarı bakıp bakıp resim yaparmış, yaptıklarından da bi şey anlamazmış kadıncağız. Sonunda intihar etmiş koskoca adamken...

Benimki de öyle olacak diye ödüm kopuyor. Bi evlenseydi, aklı karısında olurdu, ev derdi geçim derdi derken bırakırdı kağıdı kalemi...

2.kk-Şoför Sarısı

Bir yandan en sevdiğim müziklerin- ki bunların çoğu 70 lerin popu ve erken dönem blues olurdu- olduğu kasetin arkasını çevirmeye çalışırken, koyu kahverengi ekose paltolu turuncu saçlı bir kadının sağ elini havaya kaldırdığını fark ettim.

İnce , narin, kemikli bir kadınsılık ve yüzünden akan özgüvenli sıkıntı.

Gerçi müşteri kıymetlimizdir, hele de taksiciysen. Gerçi bazen insan sıkılıyor pratik sosyolog olmaktan. İnsanlar, olaylar, anılar, yaşanmışlıkar, dertler, alkolikler, ayrılanlar, işkolikler..

Mesela şimdi bu kadın hemen hemen hiç konuşmayacak, sadece sert bir şekilde gideceği yeri mırıldayacak ve yol boyu parçalanmış ruh halini yine bana akıtacaktı.O kadar belliydi ki bu adımlarından, göz bebeklerinin büyüklüğünden ya da kapıyı elleriyle açma şeklinden.

Ben ise, o götürdüğüm yerde iner inmez ardından bakacağım, deri çizmelerini süreyere sürüye ama dimdik bir duruşla yürüyüşünü izleyeceğim. Hayatı hakkında düşüneceğim, neden bu kadar asil ama aynı zamanda yıkık dökük olduğunu anlamaya çalışacağım. O ise, sonbaharın perçemleri gibi hüzünlü saçlarına inat turuncu yaprakları eze eze ilerleyecek parkın içine doğru.Ben ise o gözden kaybolmaya başlayana kadar taksiyi hareket ettirmeyeceğim. Çünkü biliyorum, bu tip insanlar hep gözden kaybolan, gitmesi beklenen ama en çok da merak edilip özlenenlerdir. Ben de öyle yapacağım işte.

Sonra arabanın gaz pedalına basıp, dosdoğru banliyöde sayılan evime gideceğim. Son kattaki sıvası yıllanmış odama gireceğim koşarak, kırık dökük ahşaplarımın arasından geçerek az elektrik yakan ama emektar masa lambamı açacağım. O küskün ışık altında bir şeyler görmeye çalışacağım masaya yatırdım ruhları incelerken.

Ellerimin boş kaldığını göreceğim. En iyi dostumun yıllar önce bana verdiği o dolma kalemi alacağım elime. Hani tüm ara sokakları gezip,tam da hayalimdekini bulmasını hatırlayıp gülümseyeceğim.

Tırnaklarımı yine mürekkebe bulayacağım.Dolma kalemle bu kadar tutkusal bir bağ kurmama rağmen, ben nasıl kağıda kusuyorsam onun da parmaklarıma kusmasını engelleyemeyeceğim işte.

Ve başlayacağım karalamaya.Evime(mabedime) yakın bir banka şubesinin arka sokağına attığı kağıt atık kutusundan (özenle seçerek)aldığım tomarlarca kağıttan birinin üzerini.

Turuncu saçlı kadın diyeceğim içimden, seni şimdi ben yaratacağım. Ben, seni sana anlatacak olan yazarım. Ve sen, şimdi benim taksime adım atacaksın ya; ben seni içime, ruhuma alacağım.

Hadi turuncu saçlı, siyah çizmeli, koyu yeşil çantalı, kahverengi kabanlı kadın!
HAdi..
Mürekkebimin rengibi sen belirle içini katran gibi dolduran geçmişinle.
Nefesini duydum işte!
ARka koltuğa oturmayan ilk kadın!
Hoşgeldin yanıma..

ve zaman. başlat oyunu:





'İyi günler Hanımefendi.Nereye gidiyoruz?'

1.kapı-anahtar

"Götü kalkık piç..." dedi kapıyı kapatır kapatmaz.

Kendini beğenmiş entel tiplerden biriydi bu da. Saçma sapan kitaplar okuyup hayatın anlamını kavramaya çalışırlardı, yaşamadan.

Fahişeye pislik gözüyle bakarak üstünde gidip gelirken kendinden geçen, kim bilir ne saçma sapan -asla gerçek olmayacak- hayaller kuran bu adamlar, fahişeden bir de rol yapmasını, zevk alıyormuş gibi haykırmasını beklerler.

"Halbuki bir kadın duygusuzken zevk alamaz, hele nefret ederken hiç zevk alamaz. Alıyorsa tamamen kendi yeteneğidir, adamın hiç katkısı yoktur. Bunu gerçekten bilmez mi bu entel tipler? O kadar kitap okurlar da, bu gerçekler yazmaz mı hiç içlerinde?" diye şaşırıyordu kimbilir kaç bininci kez... Kandırılmayı seviyordu işte insanlar, anlayamadığı huylarından biri daha...

Sinirden ayağı takılıp sendeleyince durdu, "neyse" dedi, "hiç olmazsa sürekli müşteri olacak, belli".

"Aslında bi de telif hakkı istemeliyim" diye güldü kendine, "sayemde ilhamını bulup resim yapacak!"

Sandviç aldı 7-24 açık olan sandviççi amcadan... Ne iş yaptığımı anlıyor mu acaba, diye düşündü. Çünkü mesleğini belli edecek kıyafetler giymezdi asla. Öncelikle kıyafete saygı duyulan bu garip dünyada, mesleğini öğrenen insanların yüzündeki şaşkınlığı görmeye bayılıyordu. Bu adam da büyük ihtimalle arkadaşlarıyla eğlenmekten dönen modern iş kadını olarak görüyordu O'nu. Gülümsedi edeplice.

Sandvici alıp uzaklaşırdı belki, ama adamın sıcacık gözlerini sevdi. Muhabbet ederiz belki konuşmadan, diye umarak yanındaki banka oturdu. Çok acıkmış gibi hızlıca yedi. Adamın O'nu süzdüğünü hissediyordu. Oturdu, oturdu, birden kalkıp "çok güzel olmuş, elinize sağlık, iyi geceler" deyip, gelen taksiyi çevirdi.

Günlük baba sevgisi ihtiyacını da karşıladıktan sonra, huzurla uyuyabilirdi. Bugün de seviyordu yaşamayı be! daha ne olsun...

4 Aralık 2010 Cumartesi

1kk-Ressamın Parmakları

'Bugünlük yeter, giyinip gidebilirsiniz' derken,

izmariti ağzının kenarında umursamaz bir sarhoşlukla duruyordu. Turuncuya kaçan sarı ışığın gölgelere boğduğu çalışma odası dumanaltı ve O, karşısındaki genç kadın giyinirken umarsızca mutfağa doğru gidiyor.

Klasik: Kahve yapacak yine.
Gerçi dün gece çayın Britanya'daki tarihi üzerine bir araştırma yazısı okurken canı müthiş çay çekmişti. Damağında o özüt özlemi alevlenmişti ama evinde hiç kalmamıştı. Bir yaprak bile!

Hay aksi diye mırıldanmıştı o an. gecenin ortasındaydı.Neyse artık, yarın alırdı.

Henry Fielding mi demişti, en iyi çay tatlandırıcıları aşk ve skandaldır diye.Halt etmiş.

Hem her neyse, O zaten şeker kullanmıyor. Dolayısıyla Aşkı da, skandalı da. Yoksa kullanmak fiilini başka bir amaçla mı kullanıyor?

Umursamazlığı üzerinde adımlarını sıklaştırmadan mutfağa geçip,kendine sert bir kahve hazırladı bile.

Boynu feci yorulmuştu. Bir kaç esneme hareket ile omuzlarını ve boynunu kıtlattı.

Bu sırada genç kadın çoktan giyinmiş, çantasını son bir kez kontrol ediyordu.'PAra?' anlamına geliyordu bu son hareketler ve kadına karşılık olarak 'Bir dahakine bu haftadakileri toplu olarak vereceğim. Perşembe günü görüştüğümüzde yani.' dedi bir anda.Sigarasını söndürürken musluk altında.

KAdın gülümseyerek teşekkür etti,saçlarını aynada kabaca düzelttikten sonra, kabanını giyip hızlıca evden ayrıldı.

İçindeki duygu neydi belli olmadan kapıyı yumuşak bir dokunuşla çarptı ve içeriyi derin bir sessizlik kapladı.

KAhvenin ilk yudumu alınıp, eski emektar radyo açılana kadar da bu sinir bozucu sessizlik katransı bir zafer edasıyla varlığını sürdürecekti.

Kahvesini bitirdikten sonra, yenisi yakıp, hatta neredeyse bitirip kül tablasına bıraktığı izmaritten bir fırt daha alıp (sonunda) sadece filtresi kalan sigarayı söndürdü. Tüm bu şeyleri o kadar yavaş ve zevkini çıkara çıkara yapıyordu ki, zamanı kontrol edilebilir ve bu akışı da zevkle birleştirebilir olduğunuza kanaat getiriyordunuz.

Sonra mutfağın hemen solundaki, küçük banyoya girdi. Güzelce ellerini sabunladı. Banyonun içindeki eski kova ve metal çantayı alıp odaya getirdi. Biraz önce kadının uzandığı yatağın kenarına koydu, gözlerindeki mutluluğun demlenmesini beklemeden küçük taburesine oturdu. Çantasını açtı,içinden ucu tüylü o büyüleyici aleti çıkardı. Önüne metal tüpten bir şeyler fışkırttı ve bu gösteriyi başlatan dokunuşları hareketlendirdi.

Müzik gibi ritimlenecekti birazdan devinimleri ve O,

Kiraladığı mankenin tuvalin üzerindeki yansımasına ilk yağlı dokunuşu yapacaktı fırçasıyla.

ve Nİhayet..

Ressam tarafından seçilen ilk renk kırmızı olacaktı,
kadının kurdelesinin kırmızısı..